Keloğlan ve Sihirli Orman Macerası
Bir varmış bir yokmuş… Uzak diyarlarda, yemyeşil tepelerle çevrili, gökyüzü her daim mavi, dereleri berrak bir krallık varmış. Bu krallıkta insanlar ne aç kalır ne de kederlenirmiş. Çünkü herkes birbirine yardım eder, büyük küçük demeden saygı gösterirmiş.
Krallığın en güzel yerinde, çiçek kokularıyla sarmalanmış büyük bir saray varmış. Bu sarayda, iyilikseverliği ve güzelliğiyle dillere destan Prenses Elif yaşarmış. Elif yalnızca zarif bir prenses değil, aynı zamanda çok akıllı, cesur ve adaletliymiş. Sarayın bahçesinde sabahları çiçeklerle konuşur, öğleden sonraları çocuklarla oyunlar oynar, akşamüstü ise halktan insanları dinlermiş.
Bir gün saraya, saçları olmayan ama aklı ışıl ışıl parlayan Keloğlan adında bir genç gelmiş. Elbiseleri sadeymiş ama gözlerinde macera dolu bir ışıltı varmış. “Prensesim,” demiş biraz soluk soluğa, “Sihirli Orman’a bir şeyler oluyor. Ağaçlar konuşmuyor, kuşlar susmuş. Renkler solmuş, hava sanki duruyor. Sanki ormanın kalbi durmuş gibi…”
Prenses Elif bu haberle derin bir endişeye kapılmış. Hemen haber salmış: “Prens Mehmet’e haber verin! Derhal yola çıkıyoruz.” Prens Mehmet, krallığın kuzey sınırlarını koruyan cesur bir savaşçıymış. Haber ulaşır ulaşmaz zırhını kuşanmış, beyaz atına binmiş ve saraya gelmiş.
Elif, Mehmet ve Keloğlan hiç vakit kaybetmeden yola koyulmuşlar. Sihirli Orman’a vardıklarında ormanın büyülü atmosferinin yok olduğunu görmüşler. Kuşlar susmuş, yapraklar sararmış, gökyüzü griye bürünmüş. Her adımlarında ormanın acısını hissetmişler.

Yolculuklarının ortasında, yosunlarla kaplı eski bir mağarada ağlayan birini duymuşlar. İçeri girdiklerinde, zincirlere vurulmuş Külkedisi’ni görmüşler. Gözleri yaşlı, kalbi kırıkmış. “Kötü kalpli bir büyücü, beni lanetleyerek ormanın derinliklerine hapsetti,” demiş. “Benim hüznüm ormana yayıldı, bu yüzden her şey suskunlaştı.”
Keloğlan zincirleri çözmeye çalışmış ama her seferinde elleri geri itilmiş. Prenses Elif, annesinden kalan sihirli aynayı çıkarmış. “Bu ayna, kötülüğü yansıtır ama yalnızca kötülüğün kaynağına doğrultulursa işe yarar,” demiş. O sırada, yardımsever yedi cüce ortaya çıkmış. “Büyücü ormanın kuzey ucundaki Kara Şato’da,” demişler.
Kahramanlarımız cücelerin önderliğinde yola çıkmışlar. Yol boyunca bataklıklar, sihirli yılanlar, hayalet illüzyonlarıyla dolu geçitler aşmışlar. Prens Mehmet kılıcıyla yol açmış, Keloğlan zekâsıyla tuzakları çözmüş, Elif moral vermiş. En zorlu anda birbirlerine hep güvenmişler.
Kara Şato’ya vardıklarında büyücü onları bekliyormuş. “Ormanın artık sahibi benim!” diye gürlemiş. Prens Mehmet kılıcını çekmiş, “İyilik asla yenilmez!” diye haykırmış. Prenses Elif aynayı büyücüye doğrultmuş. Aynada kendi kötülüğünü gören büyücü korkudan titremiş, sihri bozulmuş ve karanlıkla birlikte yok olmuş.
Lanet çözülmüş, Külkedisi özgür kalmış. Ağaçlar yeniden yeşermiş, kuşlar şarkı söylemeye başlamış. Orman eski canlılığına kavuşmuş.

Saraya döndüklerinde büyük bir şölen düzenlenmiş. Herkes onlara minnetle bakmış. Prenses Elif, Prens Mehmet, Keloğlan, Külkedisi ve yedi cüce, halk tarafından ayakta alkışlanmış.
Ve o günden sonra, bu güzel krallıkta iyilik, dostluk ve cesaret hiçbir zaman unutulmamış. Herkes huzur içinde yaşamış. Gökkuşağı ormanın üstünden hiç eksik olmamış.
Gökten üç elma düşmüş: biri anlatana, biri dinleyene, biri de iyiliğe inananlara…